Ruth Christie 
Translator

on Lyrikline: 7 poems translated

from: 土耳其文 to: 英文

Original

Translation

CEVİZ AĞACI

土耳其文 | Nâzim Hikmet

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

© Yapı Kredi Yayınları

THE WALNUT TREE

英文

My head is a foaming cloud, inside and outside I'm the sea.
I am a walnut tree in Gülhane Park in Istanbul,
an old walnut tree with knots and scars.
You don't know this and the police don't either.
I am a walnut tree in Gülhane Park.
My leaves sparkle like fish in water,
my leaves flutter like silk handkerchiefs.
Break one off, my darling, and wipe your tears.
My leaves are my hands — I have a hundred thousand hands. 
Istanbul I touch you with a hundred thousand hands.
My leaves are my eyes, and I am shocked at what I see. 
I look at you, Istanbul, with a hundred thousand eyes
and my leaves beat, beat with a hundred thousand hearts.
I am a walnut tree in Gülhane Park.
You don't know this and the police don't either.

Translated by Richard McKane and Ruth Christie

SEVGİ DUVARI

土耳其文 | Can Yücel

Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar piyasalar sanat-sevicileri
Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi
Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Düştüğüm yer öyle açık öyle seçik ki
Başucumda bir sen varsın bi de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

© Can Yücel

THE WALL OF LOVE

英文

Was it you or your loneliness
In the blind dark we opened bleary eyes
Last night's curses on our lips
We would frequent art-lesbian-lovers,
Galleries and public places
My daily care was to remove you into the midst of men
An ammoniac flower in your button hole
My loneliness my incontinent countess
The lower we sink the better

We loitered in the pubs at Kumkapğ
With beanstew, beer and wine before us
And police battalions behind us; in the mornings
My Guardian Saints would find my carcass in the gutters
Hot as the garbage-collecfors' hands,
With their hands I caressed you.
My loneliness my bristle-haired beauty,
The higher we stink the better


I looked in the sky a red flash a plane
Steel and stars and human beings galore
One night we leapt the Wall of love
Where I fell was so clear so open
You and the universe at my side.
Uncountable my deaths, their resurrections.
O loneliness my many songs
The more we can live without lies the better.

Translated by Ruth Christie

DUTLUK

土耳其文 | Gonca Özmen

Dutluğa doğru gel
Evlerin uzağına

Sana susmayı öğreteceğim
Dalların kaygısını da

Azaldığın yerden öpeceğim
Azaldığı yerden doğanın

Ovayı geç
Dutluğa doğru gel
Arasına otların

Sana fırtınayı dinleteceğim
Theşub’un çığlığını

Bir suyun ardında seni
Neden sonra yine bekleyeceğim

Tarlayı geç
Daha gel daha
Dut kokusuna

Sana karıncaları göstereceğim

© Yapı Kredi Yayınları
from: Belki Sessiz
Yapı Kredi Yayınları, 2008

The Land Of Mulberry

英文

Come to the land of mulberry
To the remoteness of dwellings

I'll teach you quiet
And the branches' concern

I'll kiss where you're waning
Where nature wanes

Cross the plain
Come to the land of mulberry
Into the grasses

I'll make you listen to the storm
To the scream of the storm-god

A long while later
I'll wait for you again
Beyond a stream

Cross the field
Come closer come
To the mulberry scent

I'll show you the ants

Translated by Ruth Christie

KIYIDAKI İHTiYAR

土耳其文 | Nâzim Hikmet

Derin dağlar kat kat sıralanmıştı
Çamlık iniyordu denize kadar
Kıyıda iri yarı bir ihtiyar
Çakıllara sırtüstü uzanmıştı

Ve bu olgun güneşli eylül günü
Uzak haberi batmış gemilerin
Poyraz yeli mavi masmavi serin
Okşuyordu ihtiyarın yüzünü

Ve karnının üstündeydi elleri
İki yengeç gibi inatçı yorgun
Zamandan kuvvetli bir yolculuğun
Sert kabuklu merhametsiz zaferi

Ve göz kapakları tuzlu kırışık
Kapanıvermişlerdi yumuşacık
Bu karanlıkta altın pırıltılar
Dinliyordu uğultuyu ihtiyar

Denizi uzun dişli balıkları
Ve tanyerlerinin alevlerini
Dipte çiçek açan kayalıkları
Ağları ve balıkçı evlerini

Ama belkide bulutlara yakın
Çamların tepesiydi uğuldayan
Biliyordu başı döner adamın
Onlara aşağıdan baktığı zaman

Derin dağlar kat kat sıralanmıştı
Çamlık iniyordu denize kadar
Kıyıda iri yarı bir ihtiyar
Çakıllara sırtüstü uzanmıştı

© Yapı Kredi Yayınları

OLD MAN ON THE SHORE

英文

Plunging mountains range upon range
pinewoods descending to the sea
an old rugged man on the shore
stretched out his back on the pebbles

and this sun-ripe September day
with its faraway message of sunk ships
the north-east wind deep blue and cool
was caressing the old man's face

and his hands on his belly
were like two crabs weary and stubborn
tough-skinned pitiless trophies
of a journey stronger than time

his wrinkled eyelids crusty with salt
suddenly gently closed
in this gold-flecked darkness
the old man heard the roaring

the sea and its long-toothed fish
the flaming dawns
the flowers that open on the rocky seabed
fishing-nets and fishermen's cabins

but perhaps it was the roar of pine-tops
near the clouds
he knew how dizzy a man can feel
when he looks at them from below

plunging mountains range upon range
pinewoods descending to the sea
an old rugged man on the shore
stretched out his back on the pebbles

Translated by Ruth Christie

HOMEROS İÇİN

土耳其文 | Oktay Rifat

En azgın denizi konuşuyor Homeros,
Etlerinden arınmış, ne tuhaf, şimdi düz!
Evrensel bir açıya tünemiş, yalınkat;
Görülmemiş mavzerleri umursamadan,
Kutsal dişleriyle, çekirdek içler gibi,
Kelimeyi, tek tek, ayırıp kabuğundan,
Ölümsüz ağacını büyüyor Gece'ye.

TO HOMER

英文

Homer speaks of the wildest sea,
Now strangely level, cleansed of flesh!
Perched at a universal angle, the one and only.
Indifferent to the yet unknown Mausers,
As if Cracking seeds with his sacred teeth
He detaches every word, one by one, from its husk,
And rears his immortal tree for Night.

Translated by. Richard McKane and Ruth Christie

BAYRAKLARIMI ÇEKTIM

土耳其文 | Oktay Rifat

Bütün bayraklarımı çektim gönderlere,
Kanımın sıcak rengine boyadım kenti.
Taslar döşedim öfkelere giden yola,
Elimin tersiyle düzledim kuleleri.
Sevgiyi dörde böldüm, doğu, batı, kuzey
Güney, sıçraman için bir uçtan bir uca,

İlk çekirgem kilidime göre anahtar.

Bahar güneşi gibi taze, tomurcuklu,
Dalımda sevincimi taşıyan umutlar.
Ayrı bir aydınlık aydınlığın içinde,
Boşanın musluklarım, yağın yağmurlarım
Eskinin, karanlığın, korkunun üstüne

Dağdan ovaya inen sellere merhaba

Ben ortada duruyorum, günler, geceler,
Sokaklar, evler akıyor iki yanımdan.
Sivriyim, paslanmaz demirden ve gökten.
Topaç gibi çeviriyorum mevsimleri.
Bir fiskede devirdim sildim yalnızlığı,
Kendi sütümle büyüyorum ölmezliğe

Toprakta otlar, ağaçlar, ıslak yarınlar

I HOISTED MY FLAGS

英文

I hoisted all my flags on the flagpoles,
I painted the city with my blood's hot colour.
I spread stones on the road that led to anger.
I levelled towers with the back of my hand.
I quartered love into east, west, north and south,
For the leaps from corner to corner.

My first grasshopper, key to my lock.

Fresh as spring sunshine, burgeoning hopes
That carry my joy on the branch.
Inside the light a different light,
Inside the fruit another seed
Empty all my taps, pour my rain
On darkness and fear and the old.

Hello to the torrents that flood down the hill to the plain!

I stand in the middle; days and nights,
Streets and houses, flow past me on both sides.
I am keener than a rust-free anchor, than the sky.
I spin tbe seasons like a top.
In one snap of the fingers I overturned loneliness, erased it.
Fed on my own milk I grow into immortality.

Grass on the earth, and trees, and wet tomorrows.

Translated by. Ruth Christie

AGAMEMNON I

土耳其文 | Oktay Rifat


1

Gemileri sıyırtarak yürüdük, dere içine vardık; birer cıgara sardık eksik ve yamuk parmaklarımızla; tütünle seyrelen zamana çömeldik, taşlara verdik belimizi.
En çabuk eksilme bu! Ya ufalmak azar azar, ya bitmek temelli! Ve sonra yeniden,
Yeniden büyümek, toprağa ve poyraz yeline aykırı! Sincap gibi solumak kuşkuda, en sürekli kuşkuda!
Nemiz varsa dağın ardında. Onlarsa ansızın kalkışında kekliğin, kaçarken durup bakışında kertenkelenin, her delikte, her taşın altında.
Kesici, delici ve yakıcı silahlarını çevirmişler üstümüze, uzun gölgeli kargılarıyla korkak, topları, havanları, obüsleri, bazukaları gibi öldürücü.
Büyümez desek de büyürler! Bize benzer yüzleri. Tanrıları var zırhlar içinde... Işıltılı gözleri en korkuncu!
"Suçumuz ne ki! diye sorduk. Ne ki suçumuz, deyin de bilelim!" Biliriz suçlu olmanın yükünü. Belimiz bu taşla iki büklüm, dişlerimiz bu suyla karardı.
Hasta koğuşlarına düşmekse düşelim, hapis damlarında yatmaksa yatalım, ırgat pazarlarında satılalım, sudan ucuz!
Bakalım tel örgüler ardından, akken yoğurt bakracının bezi, ışıkken en büyük Dam, şipşakçı resim alırken şuna buna!
Kimi gün taşta, kimi gün beton üstünde, bütün kuşlarımız çeker gider, suyumuz tükenir testide akşamüstü;
Bir lokum durur güllü tabakta – Bilinmez ne gibi durur! –, daldaki yemiş emer geceyi bizler için,
Bizler için öyle ya! Agamemnon güler bu işe, Diomedes kılıçlarını kuşanır, ölümsüz destanların konusu olmak için.

Sazları ezerek yürüdük, dere içine vardık; bir cıgara içimiyle belli çağların taşlarına dayadık belimizi.
Biz toprağa çömeliriz – Canım toprak! –, onlarsa ayakta dikilir. Beş parmak bir olmaz! Tanrılardan türemiş onlar, onların konakları şadırvanlı;
Çift anlamlı masalarda oynarlar kanlı pokerlerini, kâğıt düzerler durmadan, kemik fişlerini atarlar sonralara,
Gümüş tastan içerler suyu – Canım su! –, bizlerse avucumuzla. Onların parmakları tırnaksız, bizimkiler kemikli ve işlek,
Kanar ve düşer çürük üvezler gibi, sancır da bütün gece. Kağnılara bineriz uzaklara göçmek için. Gece vakti dağların yolu düz!
Ötse diye bekleriz, seyrek tüylü o evcil kuş; susar amansız, susar uzaktan uzağa dalımızda!

Kesici, delici ve yakıcı silahlarını çevirmişler üstümüze, uzun gölgeli kargılarıyla mutsuz, topları, havanları, obüsleri, bazukaları gibi öldürücü!

Kütükleri budadık, tütünleri tekledik, pamukları çapaladık bakmadan. Bakmamak da olmaz temelli!
Yavrulu geyik gibi karılarımız, burunsuz ve terli; kimi çapada, kimi orakta, ve bir gelincik kanaması ovada içten içe.
Akşam olur, Yıldız doğar hışırtılı, bir titreme alır dağı taşı, davarın yönü gibi ak, anca ona benzer. O "Gel!" dedi mi bırakıp gideceksin, gitmemek olmaz!
Gökkuşakları iki zaman arasında, büyük hortumlar emici, karanlıkla devinen, taşla, toprakla fışkıran gökyüzüne,
Ve donsuz bebeler, kene gibi köy damları, camsız, kiremitsiz, üremez bir dağın yamacında, çaresiz ve kerpiç kendiliğinden.

AGAMEMNON I

英文

Leaving the ships to be scraped we trudged on, and reached a valley; each of us rolled a cigarette with fingers gnarled or missing.
A smoke killed time as we crouched and leant against the rocks.
The quickest way to kill time! It gets less and less or ends for good. Or then again, it expands against the pull of earth and the north-caster! Panting like squirrels, suspicious, always suspicious!
Whatever is ours is behind the mountain. But they are there, running away in the sudden flight of a partridge, or in a lizard's glance, in every hole and under every stone.
They turned their fiery sharp savage weapons of destruction against us, cowardly with their long-shadowed spears, murderous as their guns or mortars, shells and bazookas.
Just when we say they can't increase, they do! Their faces are like ours but inside their armour are gods, their luminous eyes terrifying!
`What have we done wrong?' we asked, ‘can someone tell us our crime?’ We know the weight of guilt. Our backs bent double under this rock, our teeth blackened with tbis water.
If we must land up in hospital wards or in prison cells, or be sold dirt-cheap in the labour-market, so be it!
From behind the barbed wire let's look at someone taking random instant photographs of the white muslin over the copper yoghurt vessel, or of the huge Prison full of light!

In the evening the water in our jug is finished and perched on stone, or sometimes concrete, our birds all fly away.
One piece of lokum remains on the rose-patterned plate - God knows how! The fruit on the branch consumes night for us.
Yes, for us! Agamemnon laughs at this. Diomedes belts on his swords to become the icon of deathless epics.

We walked on, crushing the reeds and arrived at the valley; smoking, we leant against the ancient rocks.
We crouch on tbe earth - dear carth!- but they stand upright - chacun a son gout! They say tbey are descended from gods and their mansions have courtyards and fountains;
They play poker to the death on their rigged tables, they stack the cards and throw their bone chips for results,
They drink water from silver cups - blessed water! - we from the hollow of our hands. 'They have the fingers of cheats, ours are bony and workworn,
They fall and bleed like rotten rowan trees and ache all night long. And we mount the oxcarts to move away. The mountain-path is easier at night.
We wait for the sparsely-feathered farm-bird to sing; but from a distance the little bastard is silent on our tree.

They turned their fiery, sharp, savage weapons against us, with their long-shadowed cruel spears, murderous as guns and mortars, shells and bazookas!
We pruned the tree-trunks, thinned the tobacco-seedlings, hoed the cotton automatically, how can we stop caring for them?
Our wives like deer with young, humbled, sweaty, some with a hoe or a sickle, poppies on the plain bleeding inwardly.
It's evening, white as sheep's wool the Pole Star is born, a rustling tremor moves mountain and rock. When it says, 'Come!' you must up and leave, impossible not to leave!
Rainbows between two ages, great absorbent waterspouts moving in darkness, gushing skywards with rocks and earth,
And naked babies, village huts like leeches clinging to a barren mountainside, no windows, no tiles, made of poverty-stricken, sundried mudbricks.


Translated by. Richard McKane and Ruth Christie