Ahmet Cemal

土耳其文

Curriculum Vitae

Lang ist die Nacht,
lang für den Mann,
der nicht sterben kann, lang
unter Straßenlaternen schwankt
sein nacktes Aug und sein Aug
schnapsatemblind, und Geruch
von nassem Fleisch unter seinen Nägeln
betäubt ihn nicht immer, o Gott,
lang ist die Nacht.

Mein Haar wird nicht weiß,
den ich kroch aus dem Schoß von Maschinen,
Rosenrot strich mir Teer auf die Stirn
und die Strähnen, man hatt’ ihr
die schneeweiße Schwester erwürgt. Aber ich,
der Häuptling, schritt durch die Stadt
von zehnmalhunderttausend Seelen, und mein Fuß
trat auf die Seelenasseln unterm Lederhimmel,
    aus dem
zehnmalhunderttausend Friedenspfeifen
hingen, kalt. Engelsruhe
wünscht’ ich mir oft
und Jagdgründe, voll
vom ohnmächtigen Geschrei
meiner Freunde.

Mit gespreizten Beinen und Flügeln,
binsenweis stieg die Jugend
über mich, über Jauche, über Jasmin ging’s
in die riesigen Nächte mit dem Quadrat-
wurzelgeheimnis, es haucht die Sage
des Tods stündlich mein Fenster an,

Wolfsmilch gebt mir und schüttet
in meinen Rachen das Lachen
der Alten vor mir, wenn ich in Schlaf
fall über den Folianten,
in den beschämenden Traum,
daß ich nicht taug für Gedanken,
mit Troddeln spiel,
aus denen Schlangen fransen.

Auch unsere Mütter haben
von der Zukunft ihrer Männer geträumt,
sie haben sie mächtig gesehen,
revolutionär und einsam,
doch nach der Andacht im Garten
über das flammende Unkraut gebeugt,
Hand in Hand mit dem geschwätzigen
Kind ihrer Liebe. Mein trauriger Vater,
warum habt ihr damals geschwiegen
und nicht weitergedacht?

Verloren in den Feuerfontänen,
in einer Nacht neben einem Geschütz,
das nicht feuert, verdammt lang
ist die Nacht, unter dem Auswurf
des gelbsüchtigen Monds, seinem galligen
Licht, fegt in der Machttraumspur
über mich (das halt ich nicht ab)
der Schlitten mit der verbrämten
Geschichte hinweg.
Nicht das ich schlief: wach war ich,
zwischen Eisskeletten sucht’ ich den Weg,
kam heim, wand mir Efeu
um Arm und Bein und weißte
mit Sonnenresten die Ruinen.
Ich hielt die hohen Feiertage,
und erst wenn es gelobt war,
brach ich das Brot.

In einer großspurigen Zeit
muß man rasch von einem Licht
ins andre gehen, von einem Land
ins andre, unterm Regenbogen,
die Zirkelspitze im Herzen,
zum Radius genommen die Nacht.
Weit offen. Von den Bergen
sieht man Seen, in den Seen
Berge, und im Wolkengestühl
schaukeln die Glocken
der einen Welt. Wessen Welt
zu wissen, ist mir verboten.

An einem Freitag geschah’s
– ich fastete um mein Leben,
die Luft troff vom Saft der Zitronen
und die Gräte stak mir im Gaumen –
da löst’ ich aus dem entfalteten Fisch
einen Ring, der, ausgeworfen
bei meiner Geburt, in den Strom
der Nacht fiel und versank.
Ich warf ihn zurück in die Nacht.

O hätt ich nicht Todesfurcht!
Hätt ich das Wort,
(verfehlt ich’s nicht),
hätt ich nicht Disteln im Herz,
(schlüg ich die Sonne nicht aus),
hätt ich nicht Gier im Mund,
(tränk ich das wilde Wasser nicht),
schlüg ich die Wimper nicht auf,
(hätt ich die Schnur nicht gesehn).

Ziehn sie den Himmel fort?
Trüg mich die Erde nicht,
läg ich schon lange still,
läg ich schon lang,
wo die Nacht mich will,
eh sie die Nüstern bläht
und ihren Huf hebt
zu neuen Schlägen,
immer zum Schlag.
Immer die Nacht.
Und kein Tag.

© Piper Verlag GmbH, München 1978
从: Anrufung des Großen Bären 1956.
Heute in: Werke Band 1
München: Piper, 1978
ISBN: 3-492-11700-7
录制: Norddeutscher Rundfunk 1957

Curriculum vitae

Uzundur gece,
uzundur, ölemeyen
adam için, uzun süre
yalpa vurur çıplak bakışları
sokak lambalarının altında,
içkili soluğuyla körleşen gözleri
ve tırnaklarının altındaki et kırıntılarının
kokuları, uyuşturmaz her zaman, Tanrım,
uzundur gece.

Beyazlaşmıyor saçlarım,
çünkü ben, makinelerin rahminden çıktım
sürünerek, çamkatranı pembe bir çizgi
çekmiş alnıma ve saç örgüsüne,
saçlarda karbeyazı boğulmuş. Ama ben,
büyük reis, yürüdüm onçarpıyüzbin
ruhluk kent boyunca ve ayaklarım,
onçarpıyüzbin soğumuş barış çubuğunun sarktığı,
deri kaplı gökyüzünün altında kırkayaklar gibi
kaynaşan ruhlara bastı. Çoğu kez
meleklerin huzurunu istedim kendime,
bir de, dostlarımın çaresizlik çığlıklarıyla
dolmuş av bölgelerini.

Ayakları ve kanatları iki yana açılmış,
herkesin bildikleriyle havalandı gençliğim,
kirli su birikintilerinin ve yaseminlerin üzerinden
uçularak varıldı, kare köklerinin gizini saklayan gecelere,
şimdi ölümün söylencesi, sanki her saat penceremde,
kurt sütü verin bana ve gırtlağıma benden öncekilerin
kahkahalarını akıtın, eğer sayfaların üstünde
uyuyakalırsam, ve eğer görürsem utandırıcı bir düşte
düşünmeyi beceremediğimi, ancak yılan biçimi
saçakların püskülleriyle oynayabildiğimi.

Annelerimiz de düşlemişlerdi
erkeklerinin geleceğini,
pek etkileyiciydi gördükleri,
her biri devrimci ve yalnızlığına gömülmüş,
ama bahçede, duanın ardından,
yalazlanmış otların üstüne eğildiklerinde,
aşklarının geveze çocuğuyla eleleydiler.
Söyle, benim kederli babacığım, neden
susmuştunuz o zamanlar,
düşünmeyi sürdürecek yerde?

Gecelerden birinde, yitip gittiğinde insan,
ateş etmeyen bir topun yanında
ve ateş fıskiyelerinin ortasında,
kahredesiye uzundur gece; sarılık olmuş
ayın atığının, safra rengi bir ışığın altında,
iktidar özlemiyle dolu bir düşün ardından
fırtına gibi geçip gitti (engellemediğim) kızak,
içinde kürklere bürünmüş tarihle birlikte.
Uyuduğumdan değil: uyanıktım aslında,
buz iskeletlerinin arasında aradım yolumu,
eve döndüm, kollarıma sarmaşıklar doladım
ve bacaklarıma, güneşin kalıntılarının yardımıyla
yıkıntıları aklaştırdım.
Kutladım büyük bayramları,
ve ancak müjdelendikten sonra,
ekmeği ikiye ayırdım.

Büyük izler bırakan bir zamanda,
çabuk gitmelidir insan, bir ışıktan
ötekine ya da bir ülkeden bir başkasına,
gök kuşağının altında, pergelin ucu yürekte,
odak noktası alınan ise, gece.
Alabildiğine açık. Dağlardan
göller, göllerin içinde dağlar görünür,
ve bulutların arasında, çalar
birinin dünyasının çanları.
Kimin dünyası olduğunu öğrenmek ise
bana yasaklanmıştır.
Bir Cuma günü oldu
–oruçluydum yaşamım adına,
havadan sanki limon suyu damlamaktaydı
ve kılçıklar saplanmıştı damağıma–
o sırada bir yüzük çıkardım
açılan balığın içinden, doğumumda
gecenin nehrine atılmış ve batmıştı.
Onu geceye geri verdim.

Ah, keşke korkmasaydım ölümden!
Bulabilseydim sözcükleri,
(kaçırmasaydım),
dikenler olmasaydı yüreğimde,
(güneşi vurabilseydim),
olmasaydı ağzımda bu susamışlık,
(vahşi suları içmeseydim),
açmasaydım kirpiklerimi,
(sicimi görmeseydim).

Gökyüzü mü çekip götürdükleri?
Taşımasaydı eğer yeryüzü beni,
çoktan uzanmış yatıyor olurdum,
çoktan yatardım, gecenin
olmamı istediği yerde,
daha kabartmadan burun deliklerini
ve ayağını kaldırmadan
yeni darbeler için,
hep peşinde yeni darbelerin.
Hep gece.
Ve gün, hiç yok.

Çeviri (Translation): Ahmet Cemal
Toplu Şiirler, Yapi Kredi Yayinlari, 4th Edition, Istanbul 2016