Gökçenur Ç.
Translator
on Lyrikline: 13 poems translated
from: turc, anglais, chinois to: anglais, turc
Original
Translation
Solgun Bir Gül Dokununca
turc | Behçet Necatigil
Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kâğıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ya da yalnız bir kızın
Sildiği dudak boyasında
Eşiğinde yine yorgun gecenin
Başını yastıklara koyunca.
Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlarla takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca.
Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.
from: Şiirler
Turkey: Yapı Kredi Yayınları, 6th Edition 2013
ISBN: 978-975-08-0392-2
Audio production: Yapı Kredi Yayınları
A Pale Rose When I Touch
anglais
Many like her end up here
Yet no passer-by cares
I bend down and pick her up
She becomes a pale rose when I touch
Wandering in one of those big cities
Among the crowd at bus stops
Or in a far-off corner of the country,
In a café or in a hotel
Wherever she goes at these late hours
She hides her hands in her pockets
Flowing slowly among the
Cigarettes and papers
I bend down and pick her up, she becomes no one
But a pale rose when I touch
Or in the wiped off lipstick
Of a lonesome girl
As she rests her head on the pillows
On the edge of the weary night
Sometimes even in the middle of the day she sidles up
Mostly in fall you know when a cloud descends
and it rains, in that cloud of sorrow
I reach out and pick her up, she becomes no one
But a pale rose when I touch
In hands, between the lips, in wild scripts
She is caught by the night nets
panting like a wounded animal
smothered, wanting to flee
Through the roads through memories
Again and again I bring her back, all night she lies awake,
Tosses and turns in the dark and becomes
A pale rose when I touch
Babel
anglais | Ryan Van Winkle
Our good sex was building
a Babel. We were fucking
our way up the tower
and God saw us coming.
And so there came
months we could not
fuck. We remembered
the tower as it was written:
The people God slung
all over the Earth, speaking
incoherent to each other
as we do when you moan
the dishes, say I don’t listen.
And when I say you cut
the bread crooked or
over-salt the pasta you hear
my words as Greek and I know
our sex was looked at
and the Lord said: “Look,
they are one people
and they have all one
language; and this is only
the beginning of what
they may do.” And so
you come to me at night,
and some nights I come
before you: humble flesh,
with a different tongue.
from: Tomorrow, We Will Live Here
London: Salt Publishing, 2010
Audio production: Ryan van Winkle & Colin Fraser (Culture Laser productions)
Babil
turc
Sevişmemiz bir Babil Kulesi
dikiyordu. Düzüştükçe doruğa
tırmanıyorduk, Tanrı
geldiğimizi gördü
ona doğru.Ve sonra
düzüşemedik aylar boyunca.
Kuleyi sadece yazılanlardan
hatırlıyorduk.
Tanrının dünyaya
sapanla fırlattığı insanlar,
senin bulaşıkları yıkamam için inlediğin
ve benim duymazdan geldiğim gibi
anlamsızca konuşuyorlardı birbirleriyle.
Ve ben sana ekmeği kessene
ya da makarnaya tuz at dediğimde
sanki latince konuşuyordum. Biliyordum
Tanrı düzüşürken seyretmişti bizi
ve demişti ki “Bakın onlar bir
kişi oldular ve
tek bir dille konuşuyorlar
ve bu yalnızca
yapabileceklerinin başlangıcı”
Ve o gece bana geldin,
bazı geceler ben
senden önce geldim: mütevazi bir şehvet
ve faklı bir dillerle.
I Do Not Want Rain for Rain
anglais | Ryan Van Winkle
I have known summers
where rain would come cool
as the underside of a pillow. Worms
would leave dusty chambers
and crawl pavement
in a way
we never understood.
We'd pop them on our bikes and
afterwards flick sun-dried skins
against each other.
So, I do not
want rain, for rain
no longer brings the secret
squeak of our shed,
dusty smells
of tomatoes
before they're washed.
Some afternoons the sand would be rain
and wouldn't burn as we placed
our prints,
saw them shrink.
Dad would find a game to quiet us
as the smell of steam seeped into our house.
It was how the trains might have smelled
before oil and electricity,
the smell of a kettle
left boiling: bitter and almost clean.
Indoors was all cardboard and closets
and the sun was not missed
like a brother
who calls to say, “Rain,
I forgive you for holding me
under grey water.” I was not always old
and stupid and mean. I was born
innocent. But the sun
made me brutal.
I enjoyed metal handles turned to stove-tops.
When a seat belt burnt my brother on his little hip
he cried so bad we were late for my store.
So I punched him
where he was pink
and he fell on the black, sun-burned tar,
cried till he was told to quit, given an ice-cream
that dripped down his liberty arm.
And now the rain comes daily
like newspapers
Sunday thick. Not like
a child we welcome home
nor someone dead
whom I welcome
in good dreams
my grandfather takes
my hand, says I am forgiven
for getting to his hospital late,
for the way I speak
to my mother,
for living while he is dead.
And I say thank you and he says to enjoy the rain
while I can. And because he says it, I try.
For when I was a child,
before rain was just rain
or even God damned rain, Grandpa was at
the ice-cream bells, calling, “Quick, come quick
before it melts.” The grey cloud hanging
in the west pressing closer, pregnant
all over again with rain.
from: The Good Dark
London: Penned in the Margins, 2015
Audio production: Ryan van Winkle & Colin Fraser (Culture Laser productions)
Yağmur Olduğu için İstemiyorum Yağmuru
turc
Yağmurun bir yastığın arkası
kadar serin geldiği yazlar
hatırlıyorum. Solucanlar
tozlu odalarını bırakıp
sürünerek
hiç anlamadığımız
bir nedenle
asfalt yola çıkarlardı.
Bisikletlerimizle ezer geçerdik
güneşin bir fiskede kuruttuğu
kurtçukları.
Yağmur olduğu için
istemiyorum yağmuru
-artık getirmiyor gizemli
gıcırtısını sundurmanın,
yıkanmamış
domateslerin
tozlu kokusunu.
Bazı öğle sonraları kumlar
yağmur olurdu
ve yakmazdı ayaklarımızı
ayakizlerimizin
büzülmesini izlerken.
Ya da babam bir oyun uydururdu uslu
duralım diye, yazın buğusu sızarken evimize.
Yaz, yağ ve elektrik bulunmadan önceki
trenler gibi kokardı,
açık unutulmuş bir kettle gibi,
acı ve neredeyse saf.
Duvarlar ve dolaplar mukavvadandı
ve güneş bir kardeş
gibi özlenmezdi
“Yağmur,
beni bulanık sulara batırdığın için
seni bağışlıyorum” demek için arayan. Her zaman
böyle aptal ve yaşlı değildim. Masum
doğdum ben de. Ama güneş
zalim kıldı beni.
Metal şeylerin bir ocak gibi kızması eğlendirirdi beni.
Emniyet kemerinin kulbuyla kardeşimin kıçını yakınca
öyle çok zırladı ki oyuncakçıya geç kalacaktık
yumruğu çaktım
pembe suratına
ve güneşte kavrulan kara asfalta devrildi,
annemler susması için üstüne başına damlayan
bir dondurma verene kadar ağladı.
Artık yağmur bir günlük
gazete gibi.
Pazarları daha uzun.
Evine hoşgeldin dediğim bir çocuk
ya da çocukluğumda bana
evine hoşgeldin demiş bir ölü gibi değil.
Düşlerimde
dedem ellerimi
tutuyor ve onu hastaneye
geç götürdüğüm için,
annemle kötü konuştuğum için,
o ölmüşken ben yaşadığım için
bağışlandığımı söylüyor. Hala
şansın varken yağmurun tadını çıkar diyor
ve ben sırf o dediği için deniyorum
çocukluğumdaki gibi
yağmurun sadece yağmur ya da
allahın belası yağmur olmadığı ve dedemin
dondurma çıngırağını çalıp “çabuk gelin,
erimeden yetişin” dediği zamanlardaki gibi yağmuru sevmeyi.
Batıda asılı duran bulut üstümüze sürüklenip
yağmayı hatırlamadan önce.
The Apartment
anglais | Ryan Van Winkle
Our new walls,
empty in the dusk,
hang like sheets
before first light
There is a driven nail
by the stove that could
hold a pan if the walls
stay sturdy. And the
old tenants left a mirror in the
bedroom which looks back at
staring walls with fine cracks
like a museum's basement vase
there are brown smears
in the study – chocolate, blood
or shit, we don’t know what
will happen to us here or what
will settle on rented walls
or if nothing will settle
at all. We’ve just moved
and already we are bitter
cranberries in each other’s
mouths, biting about photos,
the place of the table, lay
of the bed. The apartment is a City
Hall we cannot fight. So we turn
like lawyers, against each other,
let the walls stare. There is a mirror
to look into, a nail to hang onto.
Our unopened boxes hide in corners
and closets like beaten children.
And we will take the blood
off the walls and the dust
from the shelves. We have one
year together in a place that
is empty at dusk and feels like fog
inside and between us,
and Christ, tomorrow,
we will live here.
from: Tomorrow, We Will Live Here
London: Salt Publishing, 2010
Audio production: Ryan van Winkle & Colin Fraser (Culture Laser productions)
Daire
turc
Yeni duvarlarımız,
loş ve boş,
çarşaflar gibi asılmış
sabahın ilk ışıklarına.
Tavayı asabileceğimiz
bir çivi var
fırının yanında
tabii duvar taşırsa. Ve
eski kiracılar bir ayna bırakmış
yatak odasında, ince çatlakların
uzadığı duvara bakan
bir müzdeki vazoya bakar gibi.
Çalışma odasında kahverengi
lekeler, çikolata, kan
ya da bok, bilmiyoruz
başımıza neler gelecek burada
neler asacağız
ya da bişey asacak mıyız
bu kiralık duvarlara. Yeni taşındık
ve çoktan ekşidik
kızılcıklar gibi birbirimizin ağzında
kapışıyoruz fotoğraflar
masanın yeri, yatağın
konumu yüzünden. Daire bir saray
bir adalet sarayı içinde kavga edemeyeceğimiz.
Bu yüzden avukatlara dönüşüyoruz,
duvarların bakakaldığı, çiviye asılmış
bir ayna baktığımız Açılmamış.
kutular bir köşeye saklanmış ve
dolaplar dayak yemiş çocuklar gibi.
Duvarlardan kanı sileceğiz,
Raflardan tozu alacağız
Bir yılımız var
bu loş ve boş
yerde, sis gibi
kaplayan içimizi
göremediğim, seni, İsa’yı,
yarını, burada yaşayacağız.
Unfinished Rooms
anglais | Ryan Van Winkle
YELLOW ROOM
For two years
it was a bare light bulb
by the side of the bed.
It was Tom Waits
if Tom Waits
was a light bulb.
I never found a shade that fit
and in summer I’d watch moths
swing low, singe their wings.
It was an attic room
with a slanted ceiling
and there were times
when it was so still,
cold and quiet,
it felt like camping.
BROWN ROOM
There was one room where I was on top
and she was drunk, but competent
with her hand, her skin
and my mouth was cotton dry, then wet
and on the floor with us
were stacks of parched books,
books with thin, petite fonts.
Like the back of a library, this room.
And it was only luck which stopped us,
let us finish with our others, in other
more furnished, less closeted quarters.
RED ROOM
After painting the room brothel red,
smears of paint stuck
to the curve of her breast.
Late at night, we smelled the paint dry.
She had red dawning on her thigh.
This was something ripe I took, didn’t mind
the smell.
By morning I was nauseous, my head stained
by deep oil.
She wanted to hang her pictures on dry,
scarlet walls: a neat row of postcards,
the Japanese print over the fireplace.
And I wanted to go for a long walk,
shake my hair in the wind.
Never know what she chose.
GREEN ROOM
She kept a Christmas tree
in the corner for four months.
By the time I pulled her
it was all branches.
The needles stuck
to our bare feet
and we brought them to bed,
furnished each other.
In the morning
her curtains
played shadows
on open walls.
She’d meant to hang
fairy lights, tapestries
but then the tree died,
the lease was up and
the carpet was covered
in pines.
WHITE ROOM
My parents pulled
everything out:
the comics
from the closet
the LPs
the cassettes
the posters
the paperbacks.
The stains scrubbed
from the cream carpet.
The mattress my virginity sunk into
sits at the Salvation Army.
Home is not
a recognized place.
Home is a room
with a mirror
leaning against
the wall.
No thumbtack holes,
no coffee rings
on the nightstand.
A halogen light,
clean, surgical sheets.
It is almost done,
they say,
just a few more things
and the room
will be complete.
from: Tomorrow, We Will Live Here
London: Salt Publishing, 2010
Audio production: Ryan van Winkle & Colin Fraser (Culture Laser productions)
Bitmemiş Odalar
turc
Sarı Oda
İki yılboyunca
çıplak bir ampulden ibaretti oda
yatağın başucunda.
Tom Waits’ti
Tom Waits
çıplak bir ampulse.
Bir türlü bir abajur uyduramadım ve
yazın alçaktan uçan
güvelerin kanatlarının yanmasına baktım.
Eğimli çatısıyla
bir tavan arasıydı
bazen o kadar
sessiz olurdu ki
kendimi
kampta sanırdım.
Kahverengi Oda
O odada ben üstteydim ve
o çok sarhoştu, yetenekliydi elleri
ve teni, ve ağzı
pamuk gibi kuruydu, ıslanırdı, ve yerde
küçücük harflerle dolu,
ince kitapların arasında
yuvarlanırdık,
bir kütüphanenin arka odası gibiydi oda.
Ve sadece talihti bizi birbirimizden ayıran,
başkalarında, daha iyi döşenmiş odalarda,
daha kapanılmış evlerde sonlanmamıza yol açan.
Kırmızı Oda
Odayı kerhane kırmızısına boyarken
göğüslerine bulaşmıtı boya
Gece, başımı göğüslerine yaslayıp
boya kokusunu içime çekerek uyudum. Sabah
uyluklarından söküyordu tan.
Olgunlukla katlanmıştım boya kokusuna.
Sabah midem bulanıyordu, saçlarım açılmıştı tinerden.
Kuruyan kırmızı duvara asmak istemişti
resimlerini, Japon baskısı zarif
kartpostalları şöminenin üstüne.
Uzun bir yürüyüşe çıktım.
Saçlarımı rüzgarda savrulmaya bıraktım.
Hiç öğrenmedim hangi duvara hangi resmi astığını.
Yeşil oda
Yılbaşı ağacını dört ay
sakladı odanın köşesinde.
Ne zaman köşeye sıkıştırsam
dallar batardı.
Yatağa taşırdık istemeden
ayaklarımıza batan iğneleri
bedenlerimizle döşenmiş. Sabahları
perdeler boş duvarlarda gölge oyunları
oynardı. Süs lambaları, danteller
asmıştı heryere. Sonra ağaç kurudu,
kira kontratı doldu. Halı
çam iğneleriyle kaplıydı.
Beyaz Oda
Annemler herşeyi
attı:
dolaptaki
çizgi romanları
plakları
kasetleri
posterleri
kitapları
Attıma lekelerini
fırçayla çıkardılar halıdan.
Bakirliğimin gömüldüğü
yatağı kiliseye bağışladılar.
Ev tanıdık bir yer
değil artık.
Ev aynalı
bir oda
Ama duvara dönük
ayna.
Ne duvarda çivi izi
ne çay tabağı lekesi
komodinin üstünde.
Bir halojen lamba
temiz, ameliyat çarşafları.
Neredeyse tamam
diyorlar,
bir iki şey daha
ve sonra
odanın işi bitmiş,
olacak.
The translation is based on an earlier version of the poem.
BEDEN DİLİ
turc | Metin Celâl
hayatımızdaki rolünü bilmek istiyordun
gözlerinden okunuyordu birine güvenme isteğin
sade, süssüz, biraz kendinden emin
soruyordun komşu çocukları gibi hınzır;
- birinci derece tanıklıklarda kanar mı tüm yaralar
çok kullanılmaktan yorgun sözcükler geziniyordu aramızda
yaşıyorduk gelecek zaman kipinde, unutup geçmişi ve bugünü
biliyordun seni benden başka dinleyen yok
asla kurtulamayacaksın aile bağlarından
oysa kırılan, kopan çok şey vardı yakınlıklarda
pencere önünde unutulmuş bir saksı
dudağının ucunda söylenmeyi bekleyen akraba adları...
inanmayı başarıp, rahatlardın her insan gibi;
-aile içinde affedilmeyecek suç yoktur
4.4.99
BODY LANGUAGE
anglais
you were obsessed to understand your role in our lives
how much you wanted to trust someone,
I could tell from your eyes, austere and self-confident
you kept asking like the neighbor’s wicked kid
if all the wounds bleed in the first degree witnessing
over-used & exhausted words were hovering around us
we were living in future tense, forgetting the present and past
you knew it, no one else but me always listened to you
and you’ll never get rid of your family bonds
yet kinships were full of broken things
a flower pot forgotten before the window
the name of a relative waiting to be called out
on the tip of your tongue…
you found peace only when you made yourself believe
that there is no crime not to be forgiven in families.
DAÜSSILA
turc | Metin Celâl
27.12.1989
sustum, yağmuru aldım içime
gözlerini bıraktığım yerde buldum
sildim yeniden tarihimi
terkettiğim sokaklardan kazındı adım
evde sadece birkaç iz var benden
zamanla uçuşacak
kaybolacak kokumla birlikte
ben de unutacağım her şeyi
önce evi, sonra sokakları ve İstanbul'u
biliyorum, bir tek sen kalacaksın
çünkü gözlerini yanıma aldım
Daüssila
anglais
I stopped talking and let the rain in fall in me
found your eyes where I left
once more I erased my past
my name now is scratched off the streets,
in the house, only a few traces of me
which will flit away
like my scent
I’ll forget everything like I’ll be forgotten
first the house, then streets, İstanbul in the end
I know only you’ll remain
because I took along your eyes
YALNIZIM, YALNIZSIN, YALNIZIZ
turc | Metin Celâl
kimse içimdeki boşluğu görmüyor
bir adresi yitirmek neler hissettirir insana
kalp atışlarından uzak olmak
soluğunda duyamamak mevsimleri, düşünmüyor
çok şey bilmenin hoş karşılanmadığı zamanlardayız
ciddiye alınmıyor sorularımız
gün afrikalı kalmaya kararlı
bu dünyadan olmamak da yetmiyor
ve siz geliyorsunuz, sarı elbisenizle bir silüet
hayatımdaki eksikleri gösteriyorsunuz
küçülüp silikleşiyorum, hafifliyor bedenim
yalnızlığım dağılıp çoğalıyor sesinizde
ben artık sadece kuşların şarkısını dinliyorum
9.9.99
ME: ALONE, YOU: ALONE, WE: ALONE
anglais
No one notices the void in me
no one knows how it feels to misplace an address
to be away from your heartbeats
not to feel seasons in your breath, no one thinks
being sophisticated is unwelcomed in the days we live
our questions are paltered
this epoch is determined to be an African
even not being of this world is inadequate
then you come: a shadow with your flaxen dress
pointing me at the nakedness in my life
I diminish and grow pale, my body lightens
my loneliness scatters and breeds in your voice
I listen nothing else but the birds now
路 歌
chinois | BEI Dao
在树与树的遗忘中
是狗的抒情进攻
在无端旅途的终点
夜转动所有的金钥匙
没有门开向你
一只灯笼遵循的是
冬天古老的法则
我径直走向你
你展开的历史折扇
合上是孤独的歌
晚钟悠然追问你
回声两度为你作答
暗夜逆流而上
树根在秘密发电
你的果园亮了
我径直走向你
带领所有他乡之路
当火焰试穿大雪
日落封存帝国
大地之书翻到此刻
Audio production: 2004 M.Mechner / literaturWERKstatt berlin
Yol Şarkısı
turc
ağaçların arasında kalan unutuşlarda
köpeklerin lirik saldırıları
sonsuz bir yolculuğun sonunda
gece çevirir tüm altın anahtarları
ama açılmaz sana hiçbir kapı
bir ıştın izler
kışın kadim ilkelerini
doğrudan sana doğru yürürüm
açtığında, yalıtılmış bir şarkıda
katlanmış duran tarihin yelpazesini
akşam çanları usulca sorgular seni
yankılar senin için iki kez yanıtlar
kara gece akıntıya karşı ilerler
ağaçların kökleri gizlice elektrik üretir
aydınlatmak için meyve bahçelerini
doğrudan sana doğru yürürüm
tüm yabancı yolların başında
ateş karla sınandığında
batan güneş mühürlediğinde imparatorluğu
açılır ânın sayfası dünyanın kitabında
黑色地圖
chinois | BEI Dao
寒鴉終於拼湊成
夜﹕黑色地圖
我回來了—歸程
總是比迷途長
長於一生
帶上冬天的心
當泉水和蜜制藥丸
成了夜的話語
當記憶狂吠
彩虹在黑市出沒
父親生命之火如豆
我是他的回聲
為赴約轉過街角
舊日情人隱身風中
和信一起旋轉
北京﹐讓我
跟你所有燈光干杯
讓我的白髮領路
穿過黑色地圖
如風暴領你起飛
我排隊排到那小窗
關上﹕哦明月
我回來了—重逢
總是比告別少
只少一次
Audio production: 2004 M.Mechner / literaturWERKstatt berlin
Siyah Harita
turc
sonunda, kargalar soğuk gecenin parçalarını birleştiriyor
gece: siyah harita
eve döndüm—yaşam kadar uzun
bir yanlış yoldan
kışın kalbini getirdim
kaynak suları ve atların hapları
gecenin sözcüklerine dönüştüğünde
anılar havladığında
gökkuşağı karaborsaya düştüğünde
babamın yaşamı bezelye kadar bir çıngı
ben yankısıyım onun
karşılaşmaların köşesinden dönen
harflerin burgaçlandığı
rüzgârlara saklanmış bir eski aşık
Pekin, bırak
şerefe kadeh tokuşturayım ışıklarınla
bırak ak saçlarım yol göstersin
siyah haritada uzanan yol boyunca
bir fırtına seni uçmaya götürür gibi
küçük pencere kapanana kadar
bekliyorum: ışıyan ay
eve döndüm—ayrılıklar
kavuşmalardan az
sadece bir tane az
時間的玫瑰
chinois | BEI Dao
當守門人沉睡
你和風暴一起轉身
擁抱中老去的是
時間的玫瑰
當鳥路界定天空
你回望那落日
消失中呈現的是
時間的玫瑰
當刀在水中折彎
你踏笛聲過橋
密謀中哭喊的是
時間的玫瑰
當筆畫出地平線
你被东方之锣惊醒
回声中开放的是
時間的玫瑰
鏡中永遠是此刻
此刻通向重生之門
那門開向大海
時間的玫瑰
Audio production: 2004 M.Mechner / literaturWERKstatt berlin
Zamanın Gülü
turc
gözcü uykuya daldığında
fırtınayla birlikte geri dönüyorsun
zamanın gülü olan
eski bir kucaklaşmayı büyütmek için
kuşların göç yolları gökyüzünü tanımladığında
güneş batarken ardına bakıyorsun
zamanın gülü olan
bir yitişte genişlemek için
bıçak suyun içinde büküldüğünde
flüt seslerine ayak uydurarak köprüden geçiyorsun
zamanın gülü olan
gizli bir anlaşmaya ağlamak için
bir kurşun kalem ufku çizdiğinde
doğuda vuran bir gongla uyanıyorsun
zamanın gülü olan
yankılarda goncalanmak için
aynada her zaman bu ân görünür
bu ân, yeniden doğuş kapısına götürür
zamanın gülü olan
Onüç Karakuşa Birden Bakmanın Tek Yolu
turc | Gökçenur Ç.
1.
Geceyle çarpıştı onüç karakuş
yıldızlar darmadağın
gece kanat çırpıyor
2.
Tek sıra tünediler sarı bir kule vincin bomuna
Boşaldı güverteler. Yüklendi onüç karakuşu
gece bandıralı gemi.
O günden sonra
kaptanın karaya hiç ayak basmadığı
ve küçük bir fırtınanın
gemiyi tedbirli bir uzaklıktan izlediği söylenir
3.
“Tahran’a mı?” dedim
“Ordan geliyoruz zaten” dedi biri
“Rumeli?”
“Kahveciye on beş lira borç taktık orda”
“Pazariçi?”
“Oralıyız biz, orda ağaçlar onüç karakuşun
adlarını yüksek sesle söyleyerek uzar”
4.
Kuyunun dibinde dolunay
Onüç karakuş kanat çırpmadan dönüyor
kuyunun üstünde
Kış uzun sürecek ve uykusu hafif olacak ağaçların
5.
“Yeni bir ad ver bana” dedi
adına alışırsa uçamaz karakuşlar
“bana yeni bir ad ver
geçen yıl nisanın yerini söyleyeyim sana”
6.
Biçilmiş bir tarlaya indiler
sevişmiştim bu tarlada
başakların sapları uzunken
gecelerden
7.
Bir serçe
bir saka, bir karga,
bir martı, bir iskete
Hepimiz rüzgârla yıldızlar arasında
bir seçim yapmak zorunda kaldık
bir karakuşa dönüşmeden önce
8.
Rüzgârım der karakuşlar,
yaşamım işte, işlerim,
işte dünyanın denizleri, işte denizin maviliği,
biz buyuz, seniniz,
bu bizim yağmurumuz,
Kimsenin olmayan şeyler yoktur karakuşlara göre
9.
Onlarla aramızda
ölmek fiilinin
karakuşların dilinde
gelecek zamandan başka bir kipte
kullanılmamasından kaynaklanan
yanlış anlaşmalar var
Amaçsız dolaşıyorum kırlarda
çimenler adımlarımı bir şiir gibi okuyor
10.
Gücünü gölgesinden alır dağ dedi karakuş
Gölgesinin altında gölgeleriniz var
Artık konuşmayalım
yanlış bir kelime söylersek
yeniden başlayabilir zaman
11.
Yine bir savaştan dönmüşüm yenik
anahtarlığım masada
Onüç karakuş dizilmiş pencerenin pervazına
12.
Ay buzdan bir gong
karakuşlar geçti önünden
kısacık bir gölge tiyatrosu
Gömdük birini sardunya saksısına
13.
Oturmuştum pencerenin önüne
denizlikten havalandım.
Audio production: Literature Across Frontiers
The Only Way Of Looking At Thirteen Blackbirds All At Once
anglais
1.
Thirteen blackbirds rammed the night
the stars became jumbled
the night fluttered
2.
They perched on the arm of a yellow tower crane
The decks were cleared. The night-flagged ship
was loaded with the
thirteen blackbirds
It's said that
since that day
the captain has never set foot on dry land
and a small hurricane has followed the ship
at a cautious distance.
3.
I asked “ to Tehran?”
“coming form there” one of them said
“Rumelia?”
“we still have fifteen liras debt in the coffee shop there”
“Istanbul?”
“That where the the homeland is, there trees
grow saying the names of the thirten blacbirds aloud”
4.
Full moon in the well
Thirteen blackbirds circling over the well
their wings still
The winter will be long and trees will sleep lightly
5.
“Give me a new name” one of them said
If a blackbird gets used to its name, it cannot fly
“Give me a new name and I will tell you where
the past April is”
6.
They land on a harvested field
I made love on that field
when the wheat grew longer
than the nights
7.
A sparrow,
a finch, a crow,
a seagull, a siskin
We all had to make a choice
between stars and the wind
before we became blackbirds
8.
“Here is my wind” says a blackbird
“my life, my works,
here are the seas of the world,
the blue of the seas,
we are like that, we are yours
These are our rains”
According to the blackbirds,
things that belong to nobody do not exist.
9.
There are some misunderstandings
between us and the blackbirds
just because the verb to die
does not exist
in their language except in future tense
I wander in the green fields
Grass reads my steps / footprints as a poem
10.
A blackbird said that
a mountain gets its power from its shadow
and your shadow under its own
Lets stop talking now
the wrong word may
make the time start again
11.
I come back home defeated
again from a war
my keys are on the table
Thirteen blackbirds perched in a row
on the window ledge
12.
Moon is an ice gong
blackbirds passed by
the briefest shadow-play
I buried one of them in a geranium pot
13.
I sat by the window
then took off from the ledge.
Dünyadayız, Dil De Dünyada, Ne Güzel Herkes Burda
turc | Gökçenur Ç.
1- Sabah bir musluk gibi tıslıyor.
2- Anlattıklarında boşluklar var diyorsun, diyorum rüzgâr,
uyandı omzundaki şal, düğüm mü, delik mi danteli oluşturan?
3- Bir atmaca gölgesi gölgene çarpıyor, sen de atmaca da farkında değilsiniz
bunun,
4- Bana gelince daha çok bir tabure olarak düşünmeyi seviyorum kendimi.
5- Öyküsü olan şeyler yazdım, öykülerini anlatmadan.
6- Dünyadayız, dil de dünyada, ne güzel herkes burda.
7- Saçlarımı çözüp tarasan ölü arılar dökülecek üstümüze başımıza
Audio production: Literature Across Frontiers
We Are In The World, So Are Words, How Nice, Everyone’s Here
anglais
1- The day hisses like an empty tap
2- There are some gaps in your story, you say, I say the wind awakens
the shawl on your shoulder, is the lace made out of knots or holes?
3- The shadow of a hawk collides with your shadow. Neither you nor the hawk
are aware of this
4- By the way I prefer to think of myself as a stool.
5- I wrote things that have stories, without telling the story.
6- We are in the world, so are words, how nice, everyone’s here
7- If you unbraid and comb my hair, dead bees will rain upon us