Efe Duyan 
Translator

on Lyrikline: 4 poems translated

from: english, croatian to: turkish

Original

Translation

A Raincoat, A Spell of Rain Ago

english | Ryan Van Winkle

An incompleteness ago:
my fingers and turpentine nails,
laser hairs standing cold.
The market of twilight,
horse left on the monument,
six legs, one raised as a rifle,
his man like an apple in a barn.
            Red on red on red on red.
An incompleteness ago:
a mint melting in the bath, a mint
in pubic hairs and fingered dust,
a mint of dimes, pennies, nickels.
            A quarter a quarter a quarter – call it
an incompleteness ago, a baby almost ate
a banana. Small spoons. Small spoons, small
incompletenesses ago.
The sinks are still buildings,
the counter a revolution,
the gorillas in the kitchen,
the coal train – an incomplete
the bruised boy – an incomplete
the candy shop – an incomplete
the tractor trails – an incomplete, no
incompleteness ago. No grief ago.
No moons ago, no alone ago,
no tires ago, no buzzard pond ago,
no dream ago, no Freud ago,
no pickled vans ago, no cherry ago,
no pits, no canyons, no shaved rocks
of ice from an incompleteness ago.
            No red no red no red no
water for boil, no bottle,
no bottle for punch.
No gum. No shoe.
No shoe detective for my life.
No narrative. No born,
            lived then died.
No tomb, no ash, no clay.
            No bones, no dice
no smoke, no fire. No ants
on the way to mango.
            No incompleteness.
No raincoat for the rat-ta-ta,
            a raincoat ago. A dog ago.
A hat ago. A love ago. A week ago
            there was only no.
No gas. No trucks, only tunnels.
Only pavement. No food, only smell.
No song in my voice.
            No voice.

© Ryan van Winkle
from: The Good Dark
London: Penned in the Margins, 2015
Audio production: Ryan van Winkle & Colin Fraser (Culture Laser productions)

BİR YAĞMURLUK, YAĞMURUN HECELEMESİ KADAR EVVEL

turkish

bir bitmemişlik evvel

parmaklarım ve asetonlu tırnaklar

diken diken tüylerim soğukta

bir alacakaranlık marketi

anıttaki at

altı ayağı var, biri tüfek gibi kalkmış,

üstündeki adam ambarda bir elma gibi

kırmızı üstüne kırmızı üstüne kırmızı

yarım bir şey evvel

dünya ve seramik bir kupa

dünya bir parmak viski

dünya mısır soğutucusu.

       Bitmemişlik evvel

Banyoda eriyen bir nane, kasık

Kıllarında bir nane ve parmak sürülmüş toz,

Ve nane şeklinde akçeler, kırk paralıklar, kuruşlar

       Bozukluk, bozukluk, bozukluk

Bitmemiş bir şey evvel denir buna

Temeller açıldığında,

Sözcükler tamamen mıknatıstı.

Bitmemişlik evvel

Bir bebek neredeyse koca bir muz yiyordu.

Küçük kaşıklar, küçük kaşıklar, küçük

       Bitmemişlik kadar evvel.

Lavabolar bina kadardı

Bir tezgahlarsa tam karşıtı

Mutfakta gorillalar

Kömür treni- bitmemiş bir

Yaralı bir çocuk- bitmemiş bir

Şeker dükkanı- bitmemiş bir

Traktör izleri- bitmemişlik evvel

Değil. Bir keder evvel

Değil, bir aydede evvel değil, bir yalnız evvel

Değil, bir lastik evvel bir şahin gölü evvel

Değil, bir rüya evvel değil, Freud evvel

Değil, rengarek bir kamyonet evvel

Değil, kiraz kadar evvel

Değil, oyuklar değil, kanyonlar

değil, bitmemişlik kadar evvelden kesilmiş buz kayalar değil.

       Kırmızı değil, kırmızı değil, kırmızı değil,

Kaynayan su değil, şişe

Değil, punç şişesi

Değil. Sakız değil. Ayakkabı

Değil, ağzında sakızıyla çizgi film dedektifleri

Değil. Anlatı değil, doğmak değil,

       yaşanmış sonra ölünmüş.

Mezar değil, kül

değil, kemik değil, zar

değil, duman eğil, ateş değil. Mango peşinde karınca

değil.

       Bitmemişlik

Değil, rat-ta-ta için yağmurluk değil

Bir yağmurluk evvel. Bir köpek evvel

Bir şapka evvel, bir aşk evvel, bir hafta evvel

Yalnızca hayır vardı

Benzin değil, kamyonlar değil, yalnızca tüneller

Yalnızca kaldırımlar, yemek değil

Yalnızca koku

Sesimde bir şarkı değil

       Ses değil.

Çeviri: Efe DuyanThe translation is based on an earlier version of the poem.

The Duke in Pines

english | Ryan Van Winkle

I woke up with Duke Ellington in Pines
like there was nothing else: no muesli nor porridge,
just Ellington and Pines and so it seemed
I needed to write you a postcard
            telling you I am okay. That, yes,
it's been a sacrificial three years — but then
I come across the smell of pink soap, pine sap
stuck between cords or a greyhound
snuffing my hand and I think
            I ought to write a long letter that says:
I am doing well. The forest is high
with berries that stain my boots red
like our room used to feel. And yes,
I am in woods – literal or metaphorical,
you can put me wherever is easy – in a room
where wind always wuthers or in the trunk
of a dead tree. I always put you in a dress
you never wore but I used to touch
            everyday getting my shirt or tie
or sometimes I would open the door and look
at the lichen thing, wonder why it had to hang
like an unwatered fern, wonder if it ever wanted you
the way I sometimes wanted you. And, of course,
it was just a dress and it could not say. And I
was just a young man and I couldn't say,
even about a dress that did nothing but hang.
            I couldn't talk about it. So, what chance
was there for us when I would walk every night
and count one thousand street lamps? If I ever woke
with Ellington and pines you know I would not
wake you and tell you, would not write it on scrap
paper and leave it for breakfast. I'd just keep
Duke Ellington in Pines in my mind; would walk with it,
take it to the pictures, buy it a pop, let it rest on my shoulder
during long journeys. I would smoke Duke Ellington
in Pines with friends and so I am today, smoking
Duke Ellington, wanting to pin him down, write him,
in pines, to you.

© Ryan van Winkle
from: The Good Dark
London: Penned in the Margins, 2015
Audio production: Ryan van Winkle & Colin Fraser (Culture Laser productions)

DUKE VE ÇAMLAR

turkish

Duke Ellington ve Çamlar’la uyandım
Başka bir şey yokmuş gibi: müsli veya yulaf ezmesi
Yalnızca Ellington ve çamlar ve öyle göründüler ki gözüme
düşündüm de sana bir kart atmalı,
İyi olduğumdan bahsetmeli, evet, evet,
Seni hala sevdiğimden, üç yılımı çöpe atmış olsam bile, yok, yok
arada sırada pembe sabun kokusuyla karşılaşmıyor muyum,
pantalonumda debelenen bir ağaçkurduyla
veya elimi koklayan bir tazıyla? Düşünüyorum da
en iyisi sana uzun bir mektup yazmak, şöyle başlamalı:
Gayet iyiyim, Duke Ellington var
ve orman ayakkabılarımı kırmızıya boyayan
kabuksuz meyvelerle dolu aynı duvarlarımızın alışık olduğumuz gibi;
Sonracığıma, ahşap bir şeyin içindeyim –gerçekten öyle veya metaforik olarak,
Hangisi kolayına geliyorsa artık-, rüzgarın sürekli uğuldadığı bir odada
veya ölü bir ağacın gövdesinde. Seniş ne zaman düşünsem, üzerinde
Dokunmaya alışık olduğum ama giysi var. Hiç giymemişsin. Uzandığımda gömleğime veya
kravatıma veya... Bazense gardırop kapısını açıp
sadece şu yeşil yosunumsu şeyi orada bulmak istiyorum.
Sözde şaşıracağım, neden sulanmamış bir eğrelti otu gibi asılı durduğuna
seni bazen benim istediğim gibi isteyip istemediğini soracağım
elbette bir giysinin konuşmasını beklemiyorum, tabii, ben de
yalnızca genç bir adamdım ve söyleyememiştim hiç bir şey
asılı durmak dışında önemi olmayan bir giysi hakkında bile.
Konuşamamıştım. Yani, şansımız olur mu sence
akşam yürüyüşlerinde bin tane sokak lambası sayabilirsem? Aslına bakarsan
Ellington ve Çamlar’la uyanmışsam bile, seni kaldırmamışımdır o zaman,
Ve ağzımı açmamışımdır, bunları müsvedde kağıda yazmamış ve
Ve kahvaltı bir köşeye için bırakmamışımdır. Yalnızca Çamlar’daki Duke Ellington’ı
aklımda tutar, onunla yürür, birlikte poz verir, ona bir gazoz alır ve onu uzun yolculuklarımda
omuzumda dinlendirirdim kesin. Duke Ellington’ı içerdim Çamlar’da arkadaşlarımla
bugün de hala öyleyim, Duke Ellington’ı içiyorum, yazmak istiyorum, Çamlar’ın içinde,
sana onu

Çeviri: Efe Duyan

The Flood

english | Ryan Van Winkle

Furniture, photos,
petals floating in water.

It was spring and the river
bloomed and rose.

© Ryan van Winkle
from: Tomorrow, We Will Live Here
London: Salt Publishing, 2010
Audio production: Ryan van Winkle & Colin Fraser (Culture Laser productions)

SEL

turkish

Kanepeler, resimler,
Suda sürüklenen taçyaprakları

Bahardı
Ve nehir çiçek açmış
gülüyordu

Çeviri: Efe Duyan

SUSJEDIMA (MOJE MESO JE JUTROS SPUŠTENA ZASTAVA)

croatian | Marko Pogačar

Med se topi u čaju, potpuno, za razliku od mene u tebi
i tebe u ozbiljnoj glazbi,

predugi telefonski pozivi, nikada mjesta kad trebaš
slobodan stol, uvijek pokvareni liftovi,

stepenice razmotane u beskonačnost, kao razgovor o politici,
i baš kada netko primijeti da se totalitarizam i demokracija

razlikuju samo u brojevnom sustavu
nestane slike i sve nanovo počinje: glasovi cure iz zidova,

potpuno bestjelesni, večer se spušta na dlanove, kao rudar
u jamu, ipak, cipele ostavljene

pred vratima dokazuju da postoje živi. ali što znači živjeti,
dok zima dolazi  kotrljajući se kao hladni dah iz mog grla,

i svija gnijezdo u tamnom alfabetu; svi ti užurbani nepoznati
ljudi s poznatim imenom, popodne prelomljeno na dvoje, kao Koreja,

čaj u kojem je med već do kraja otopljen, nerazdvojivo,
i ta viskozna otopina je ljubav; kako stići do tebe; kako te dohvatiti?

© Marko Pogačar
from: Poslanice običnim ljudima
Zagreb: Algoritam, 2007
Audio production: Literaturwerkstatt Berlin 2010

KOMŞULARIMA (BU SABAH BEDENIM YARIYA INDIRILMIŞ BIR BAYRAK)

turkish

Çayın içinde tamamen eriyor bal, sen klasik müziğin
ben senin içinde eriyemesem de;

uzadıkça uzuyor telefon konuşmaları, her yer ağzına
kadar dolu, asansörler her daim

bozuk, merdivenler sonsuzluğa çıkıyor, siyaset
konuşmak gibi, demokrasi ile diktörlüğün sadece sayılarda değiştiğini

fark etmek gibi; biri fişi çeker çekmez kararıyor ortalık ve her şey
yeniden başlıyor: sesler, sahibinden kopmuş, duvarlardan geçerken, akşam

ocağın içinde kaybolan bir madenci gibi
avuçlarına iniyor, gerçi eşikte bırakılmış ayakkabılar

içerdeki yaşamın kanıtı... ama yaşamak da ne ola ki?
boğazında yükseliyor kış, buzdan bir soluk gibi, karanlık

bir alfabenin ortasına kurmuş yuvasını, adlarını bilsek de
koşuşturan bu insanları tanıyor muyuz sence? akşamüstleri ikiye bölünmüş, Kore gibi.

bal çoktan eridi çayın içinde, isteseler bile ayrılamazlar
ya aşkın yapış yapış sıvısı; nerede bulucağım seni, sana nasıl ulaşacağım?

Çeviri: Efe Duyan