Oktay Rifat

türkisch

Nicolai Kobus

deutsch

AGAMEMNON I


1

Gemileri sıyırtarak yürüdük, dere içine vardık; birer cıgara sardık eksik ve yamuk parmaklarımızla; tütünle seyrelen zamana çömeldik, taşlara verdik belimizi.
En çabuk eksilme bu! Ya ufalmak azar azar, ya bitmek temelli! Ve sonra yeniden,
Yeniden büyümek, toprağa ve poyraz yeline aykırı! Sincap gibi solumak kuşkuda, en sürekli kuşkuda!
Nemiz varsa dağın ardında. Onlarsa ansızın kalkışında kekliğin, kaçarken durup bakışında kertenkelenin, her delikte, her taşın altında.
Kesici, delici ve yakıcı silahlarını çevirmişler üstümüze, uzun gölgeli kargılarıyla korkak, topları, havanları, obüsleri, bazukaları gibi öldürücü.
Büyümez desek de büyürler! Bize benzer yüzleri. Tanrıları var zırhlar içinde... Işıltılı gözleri en korkuncu!
"Suçumuz ne ki! diye sorduk. Ne ki suçumuz, deyin de bilelim!" Biliriz suçlu olmanın yükünü. Belimiz bu taşla iki büklüm, dişlerimiz bu suyla karardı.
Hasta koğuşlarına düşmekse düşelim, hapis damlarında yatmaksa yatalım, ırgat pazarlarında satılalım, sudan ucuz!
Bakalım tel örgüler ardından, akken yoğurt bakracının bezi, ışıkken en büyük Dam, şipşakçı resim alırken şuna buna!
Kimi gün taşta, kimi gün beton üstünde, bütün kuşlarımız çeker gider, suyumuz tükenir testide akşamüstü;
Bir lokum durur güllü tabakta – Bilinmez ne gibi durur! –, daldaki yemiş emer geceyi bizler için,
Bizler için öyle ya! Agamemnon güler bu işe, Diomedes kılıçlarını kuşanır, ölümsüz destanların konusu olmak için.

Sazları ezerek yürüdük, dere içine vardık; bir cıgara içimiyle belli çağların taşlarına dayadık belimizi.
Biz toprağa çömeliriz – Canım toprak! –, onlarsa ayakta dikilir. Beş parmak bir olmaz! Tanrılardan türemiş onlar, onların konakları şadırvanlı;
Çift anlamlı masalarda oynarlar kanlı pokerlerini, kâğıt düzerler durmadan, kemik fişlerini atarlar sonralara,
Gümüş tastan içerler suyu – Canım su! –, bizlerse avucumuzla. Onların parmakları tırnaksız, bizimkiler kemikli ve işlek,
Kanar ve düşer çürük üvezler gibi, sancır da bütün gece. Kağnılara bineriz uzaklara göçmek için. Gece vakti dağların yolu düz!
Ötse diye bekleriz, seyrek tüylü o evcil kuş; susar amansız, susar uzaktan uzağa dalımızda!

Kesici, delici ve yakıcı silahlarını çevirmişler üstümüze, uzun gölgeli kargılarıyla mutsuz, topları, havanları, obüsleri, bazukaları gibi öldürücü!

Kütükleri budadık, tütünleri tekledik, pamukları çapaladık bakmadan. Bakmamak da olmaz temelli!
Yavrulu geyik gibi karılarımız, burunsuz ve terli; kimi çapada, kimi orakta, ve bir gelincik kanaması ovada içten içe.
Akşam olur, Yıldız doğar hışırtılı, bir titreme alır dağı taşı, davarın yönü gibi ak, anca ona benzer. O "Gel!" dedi mi bırakıp gideceksin, gitmemek olmaz!
Gökkuşakları iki zaman arasında, büyük hortumlar emici, karanlıkla devinen, taşla, toprakla fışkıran gökyüzüne,
Ve donsuz bebeler, kene gibi köy damları, camsız, kiremitsiz, üremez bir dağın yamacında, çaresiz ve kerpiç kendiliğinden.

Luft

Er, der Dichter William Yeats
du, der Leser, näherst dich seiner Schmiede
die Wolke schluckt, der Reim
verweigert.


Als das Flugzeug über
grüne Landklumpen kriecht,
brechen die Wolken auf, unten Irland

dessen letzte weiße Fähnchen
aus dem Mund eines Gottes, der von Geburt an
gen Himmel gehustet hat, seither nicht hinabzuschauen
                          wagte;

wo alle Maschinen dieser Welt in voller Unschuld
lernen, das Gehirn zu spielen, wie wir einst
das Klavierspielen lernten.


Über Dublin bläht sich eine schwarze Wolke auf
wie ein schwerer Typ sich über den Rand
seines Sitzes wölbt;

fragt, wie viele Städte
es zum Schmuckkästchen braucht: Goldketten,
Diamanten, gelegentlich Smaragde,

Juwelen getragen von so vielen Fingern,
Händen, Köpfen. An schicken feisten Ketten
lassen wir sie vor den Augen unserer toten Könige
baumeln.


Über dem Flugzeug
siehst du, der Dichter, noch immer zu,
wie wir uns deiner Schmiede nähern.

Wir kommen in dein Byzanz.
Senk deine goldenen Schwingen.

Aus dem Englischen von Nicolai Kobus